BRING THE HYPE TO ART

FOTOĞRAFÇILIĞA İŞ GÖZÜYLE BAKMIYORUM.

röportaj
BEGÜM YETİŞ

FOTOĞRAFÇILIĞA İŞ GÖZÜYLE BAKMIYORUM.

Kendimi zorlamak istediğim konulara yoğunlaşıyorum ve çekmeyi tercih ettiğim insanlar, çok cesur olduğunu düşündüğüm insanlar oluyor ve onları potansiyellerine ulaşmak üzere teşvik edip bu sayede, “Acaba ben de böyle cesur bir insan olabilir miyim?” diye öykünüyorum.



Klasik güzellik kavramlarının çerçevesini kıran bir estetik yakalıyorsun görsel aktarımlarında. İstanbul ve Londra’da gerçekleşen “Bare with me” kişisel serginle çıplaklık, cinsellik, cinsiyet ve beden algımızla barışmaya davet ediyorsun adeta. Peki çıplaklık, cinsellik ve bedeninle bu kadar barışık mısın?

Aslında değilim; bence yaptığım işler daha çok alter egomu yansıtıyor. Kendimle kaldığım zaman çok rahat olmadığım konuları işlemeyi seviyorum. Onu çekerken ya da onu yaşarken başkasının tecrübesiyle, onun sayesinde kendim yaşıyormuş gibi hissediyorum ve bana bir şekilde özgür hissettiriyor ve onunla her yüzleştiğimde kendimde yol katettiğimi hissediyorum. Türkiye’de büyümemin getirdiği, beni kısıtlamış olan tabuları irdelemeyi seviyorum. Moda fotoğrafı geçmişimden dolayı, güzellik kavramlarının dışında bir şey çektiğimde bile o çekici kılma durumu yansıyor fotoğraflarıma. Güzellik kavramı çok kişisel bir durum. Moda fotoğrafı çektiğim zamanlarda da, şunun şöyle olması gerekiyor, bunun böyle olması gerekiyor gibi kurallara uyum sağlamazdım. Özellikle kadına dair güzellik kalıplarına hiçbir zaman inanmadım. Ama işte, moda fotoğrafçılığının getirdiği çekici kılma etkisi, ne çekersem çekeyim fotoğraflarıma yansıyor. On yıldır bu işi yaptığım için dokunuşu hâlâ işlerimde etkin. Bir şekilde kaybedemediğim ya da kurtulamadığım yansıma.
Bir taraftan da tabii ki onları rahatsız edebilecek konuları irdelememe rağmen insanlar fotoğraflarıma bakarken onların daha rahat hissetmelerini sağlıyor.
Belki de bu yüzden ortak bir noktada buluşuyorlar ve daha kabul edilir kılınıyorlar.
Instagram’da fotoğrafları ilk yayınlamaya başladığımda, “Bakalım, ne zaman şikâyet edilip uygunsuz içerik damgasını yiyip yayından kaldırılacaklar?” sorusu merak konusuydu. Bazı fotoğraflar çıplak göğüs göstermesine rağmen şikâyet edilmedi. Demek ki bir noktada rahatsız etmeyecek şekilde sunabiliyorum işlerimi, bu da beni tabii ki mutlu ediyor.

FOTOĞRAFÇILIĞA İŞ GÖZÜYLE BAKMIYORUM.

Gözün silahın, tetiğin de makinen ise tetiği çekmeni tetikleyen nedir?

Balık burcuyum zaten, hayal dünyasında yaşayan biriyim. Her ne kadar sanatçı kimliğime yönelik sorularla kendimi fazlasıyla yorsam da ruhumda sanatçı olduğumu düşünüyorum. Bu yüzden dürtülerim çok içgüdüsel. Çalışırken hiçbir zaman “bunu böyle yaparsam böyle olur, şöyle yaparsam şöyle olur” diye düşünmüyorum. Tam aksine. Yaptıktan sonra eski işlerimle yan yana koyup onların birbirlerine ne kadar yakın olduğunu ve hangi konuları işlediğimi daha net görüyorum. Kendimi zorlamak istediğim konulara yoğunlaşıyorum ve çekmeyi tercih ettiğim insanlar, çok cesur olduğunu düşündüğüm insanlar oluyor ve onları potansiyellerine ulaşmak üzere teşvik edip bu sayede, “Acaba ben de böyle cesur bir insan olabilir miyim?” diye öykünüyorum. Onların cesaretinden cesaret almak gibi bir durumum sözkonusu. Saydığım bu etkenlerin tamamı o fotoğrafı çektiğim gibi çekmeme sebep oluyor.

“A Family Portrait”te insanlaştırdığın kurumuş çiçeklerin dillense ne derdi?

“Hayat çok kısa,” derlerdi. Pandemi öncesi aslında insanlarla saçı konu olarak işlemek istiyordum. Pandemi patlayınca evlere kapandık ve aslında hiç kimseyle temasım olmadığı bir dönemde çektim o çiçekleri. Bir nevi daha önce aldığım, evdeki kurumaya mahkûm çiçekleri kişileştirip onlara yansıttım o projeyi. Fakat şunu fark ediyorsun; ömürleri o kadar kısa ki. Çiçekleri, evde güzel güzel duracak diye alıp böyle bir ay sonra kendilerini nasıl bırakıp canlılığını kaybettiklerini ve aslında ölüm belirtisi gösterdiklerine tanık oluyorsun. Karantina esnasında bulunduğum duygu dünyasına çok yakın buldum. Bir yere kapanıyorsun ve vakit geçiyor ve o vaktin içinde sen aslında her gün yaşlanıyorsun. O etki de çiçekleri insanlaştırmama sebep oldu.

FOTOĞRAFÇILIĞA İŞ GÖZÜYLE BAKMIYORUM. FOTOĞRAFÇILIĞA İŞ GÖZÜYLE BAKMIYORUM.

Hayatta seni neler heyecanlandırır?

Aslında hep küçük şeyler beni heyecanlandırmıştır. Büyük adımlar atmaktan ziyade ne bileyim, akşam bir arkadaşımla şarap içmek, konuştuğumuz bir konu, yolda yürürken birden güneşin açması, günlük yaşantımızda fark etmediğimiz anlara denk gelmek ve “Bu anların yarattığı duyguyu işime döksem duyguyu aktarabilir miyim?” sorusu beni çok heyecanlandırıyor ve bana ilham veriyor.

Yaratım prosesini nasıl hayal etmeliyiz?

Yaratım prosesim inanılmaz dağınık; kafamın içinde o kadar çok fikir, bilgi, duygu birbiriyle bağlantılı olarak ışık hızında hareket ediyor ki, yakalaması çok zor oluyor. Keşke bir yazıcı gibi bir şey olsa da kafam, aklımda olup bitenleri yazdırıp sürekli bir zihin haritası çıkarabilsem. Bunun bloğunu tutup ihtiyacım olduğunda, “Ah evet, bunu böyle düşünmüşüm!” diye takip edebilmek ne güzel olurdu. Ben de mood boardlar yapıyorum, öyle ki evimin duvarlarına sığmıyor çoğu zaman. Bilmiyorum belki görsel bir insan olduğumdan ama aslında biraz dağınık çalışıyorum.

Sanatın sana hangi süper gücü sağladığını düşünüyorsun?

Empati.

İlham perin nereli ve nasıl bir tavrı var?

New York’lu ama New York’a hiç gitmedim. Dürüstü ve kaotik olması çok hoşuma gidiyor. Ben Londra’da yaşıyorum ama Londra çok temkinli ve politik doğrucu. Benim ilham perim daha boşboğaz. Yaşlı bir ruh, uzun zamandır yaşayan, yorgun ama aynı zamanda yaşamayı çok seven. Cinsiyetsiz maskülen bir de.

FOTOĞRAFÇILIĞA İŞ GÖZÜYLE BAKMIYORUM.

Bu aralar ruhun neye aç?

Dürüstlük ve mütevazı olmaya.

Ruhun bir şeye açlık hissedip ona ulaşamadığında nasıl tepkiler veriyorsun?

Agresifleşiyorum, kendi kendime sinirleniyorum. Bu konuda yakınımdakiler benden çok çekiyor.

Bu aralar hangi duyguna ulaşamıyorsun? Hangisiyle yatıp kalkıyorsun?

Fotoğrafçılığa iş gözüyle bakmıyorum. O, benim yaşam tarzım, hayatı yaşama şeklim, sürekli ilerleme kaydetmeye çalıştığım bir alan. Ve şu dönemde hem psikolojik olarak hem de olanaklar açısından bulunduğumuz durumda bir gelişme göremiyorum kendimde ve bu beni çok rahatsız ediyor.

Yaralarını kim ya da ne sarar?

Öyle büyük yaralar almıyorum; benim duygu dünyam sürekli inişli çıkışlı. Ben zaten her gün kendimi duygusal anlamda eşit oranda incitip onarıyorum kendimi. Bazen en ufak şeyden dolayı oturup ağlayabiliyorum, sonra bir mum yakıp, “Güzel bir yemek mi yapsam?” diyerek bambaşka bir moda geçebiliyorum. Şu an elimizden hiçbir şey gelmezken kendi yaralarımızı sarmaktan başka çaremiz yok aslında. Kimse seni senin kadar anlayamaz. Herhangi bir üretim süreci o yüzden bana terapi gibi geliyor. İllaki sanat yapmaktan bahsetmiyorum, yemek yapmak da olabilir.

Hayatını bir manşetle tanımlar mısın?

Beni tanıdıkça seversin.

Kendine yüklediğin bir misyon var mı?

50 yaşımdan sonra, genç bir çocuk, Tokyo’da bir kitapçıya girdiğinde benim işimi görüp benimle tanışması. Yani geride bir şeyler bırakabilmek isterim.

FOTOĞRAFÇILIĞA İŞ GÖZÜYLE BAKMIYORUM. FOTOĞRAFÇILIĞA İŞ GÖZÜYLE BAKMIYORUM.

Başına tuhaf hikâyeler ören dürtün hangisidir?

Başıma bela açan biri değilim, risk öngörüm çok yüksek hatta fazla temkinli olduğum da söylenebilir. Bela, bu fazla temkinli olma durumumdan kaynaklanıyor zaten.

FOTOĞRAFÇILIĞA İŞ GÖZÜYLE BAKMIYORUM.

C şıkkı. Bir gün, “Ah keşke orada olsam!” diyorum, ertesi gün ise, “Ne yapacağım ki orada?” diyebiliyorum. İstanbul’a baktığımda, “Ne güzel bir yer burası, dünyada eşi benzeri yok,” diyorum ama aslında gördüğün an ve şey değil; İstanbul’un bir aurası var, hissettiğin de o aslında ama onu hiçbir zaman yaşayamıyorsun. Garip bir hal. İstanbul gerçekten kendine has bir şehir.

İstanbul bir insan olsa cinsiyeti ne olurdu? Nasıl bir tavrı olurdu?

Bendeki algısı dişi. Tam olarak eski İstanbul kadını geliyor göz önüme. Şık ve zarif.
Evden çıkmadan önce saatlerce hazırlanmış, elbisesi ütülü, eldivenleri, çantası bir nevi 1940’lardan fırlamış, dişi dişi bir kadın gibi hayal ediyorum İstanbul’u.

İstanbul ve Londra karşılaşıyorlar ve birbirlerine ne diyorlar?

İstanbul, “Abi biraz rahat olsan!” derdi.
Londra da, “Sen de fazla dağıttın, biraz olsun toparlasan mı!” derdi.

FOTOĞRAFÇILIĞA İŞ GÖZÜYLE BAKMIYORUM.

Londra’nın cinsiyeti ve tavrı nedir?

Cinsiyeti yok herhalde. Non-Binary. Tavrı politik, o yüzden biraz dürüstlüğünü kaybediyor gibi geliyor bana. O yüzden de İstanbul onu biraz daha rahat olmaya davet ediyor.

Sıklıkla kullandığın savunma mekanizmaları neler?

Mantığa uydurma çok yapıyorum. Başka insanlar adına özür ve bahaneler üretiyorum.
Kendimi savunmaya aldığım gibi, başka insanların da yaptıklarını mantık yürüterek ve empati kurarak kabulenişe geçmek adına kendime açıklamalar yapıyorum bir nevi. Anlamaya çalışıyorum.

Seni en çok korkutan şey desem aklına ilk ne gelir?

Ölüm. Ölümden sonrasından korkmuyorum ama ölme anının nasıl bir şey olduğunu bilmediğim için o bana çok korkunç geliyor. Acımasız olacak gibi geliyor.

Ne istediğini çok net bildiğin bir tavra sahipsin. Bunun ventili nedir?

Aslında hiç öyle olduğumu düşünmüyorum. Ancak öyle yansımasının sebebi, kendimi tanımak adına çok vakit harcamamla ilgili olabilir. Kendimi çok fazla sorguluyorum. O da bir nevi dışavurumumu rafine yapıyor bence.



Fotoğraf: Begüm Yetiş
Röportaj: Sevtap Tuzcu
Sayfa Tasarımı Uygulama: Batu Kantarcı
Sayfa Tasarımı: Studio Pul

 

SANATÇININ ESERLERİNİ GÖR

SEPETİM