SANAT TAKINTILI BİR ŞEY, BİR OBSESİFLİK!
röportaj
Varmak mı? Yolda olmak mı?
Kesinlikle yolda olmak!
Son zamanda hep tekrarda dönen bir parça?
Bonobo’nun Kong adlı şarkısı.
Paçayı sıyıracağını bildiğin bir yasağı delebilecek olsan ne yapardın?
Çok zor yerden sordun! Gizli arşivlere girmek heyecan verici olurdu.
Şiir sever misin?
Severim. Eskiden kendim de yazardım. Bir ara uzaklaştım şiirden, bana fazla romantik geldi. Son 7-8 yıldır tekrar içindeyim. Sanırım bazen uzaklaşmak ve sonra tekrar bakmak iyi oluyor.
Her sanatçının yaşaması gerektiğini düşündüğün bir zorluk var mı?
Başka bir şey denemek. Erken dönemlerimde, sanat dünyasından bazı insanlardan kibarca “tarzımın çok geniş bir yelpazede olduğunu” veya “oturmuş bir tarzımın olmadığını” duymuştum. Video yapıyorum, resim yapıyorum, kolaj yapıyorum… Geleneksel bir beklentisi olanların işlerdeki çeşitliliği tüm işlerin oluşturduğu bir bütün olarak değerlendirmesi zor. Eser görüldüğünde sanatçının kim olduğunu bakar bakmaz anlamak isterler ve eğer öyle değilse bu bir eksikliktir… Zaman içinde anladım ki bu benim için uygun bir anlayış değil, bence kimse için de uygun olmamalı. Evet, sanat takıntılı bir şey, bir obsesiflik yok değil. Ama aynı konular, dertler etrafında dolaşırken yöntemini, malzemeni değiştirerek de bir dil edinmek mümkün. Sanatçı; kumaş deseni veya bir logo gibi, şak diye tanınmıyor olmayı da göze alabilir, almalı. Yeni bir şey denemek ve konfor alanından çıkmak bir risk ama bunu bir süreç olarak görmek gerekir. Sanat izleyicisi sanatçının yıllar içerisindeki sürecini görüyor ama daha kısa süreçlerde sanatçının ne yaşadığını bilmiyor. Denemeleri, çöpe gidenleri görmüyor. Sanatçının bu süreçlerden de geçmesi ve yaptığı şeyi tekrara döndürmemesi, bir formül haline getirmemesi gerekiyor.
Evet, sanat takıntılı bir şey, bir obsesiflik yok değil. Ama aynı konular, dertler etrafında dolaşırken yöntemini, malzemeni değiştirerek de bir dil edinmek mümkün. Sanatçı; kumaş deseni veya bir logo gibi, şak diye tanınmıyor olmayı da göze alabilir, almalı. Yeni bir şey denemek ve konfor alanından çıkmak bir risk ama bunu bir süreç olarak görmek gerekir. Sanat izleyicisi sanatçının yıllar içerisindeki sürecini görüyor ama daha kısa süreçlerde sanatçının ne yaşadığını bilmiyor. Denemeleri, çöpe gidenleri görmüyor. Sanatçının bu süreçlerden de geçmesi ve yaptığı şeyi tekrara döndürmemesi, bir formül haline getirmemesi gerekiyor.
Mükemmeliyetçi misin?
Evet.
Üretim sürecini nasıl etkiliyor bu?
Bazen çok kısa bir sürede de üretmek gerekebiliyor. Gece gündüz bir düşünme süreci bu. Bir şeyi görsel olarak çözmek için önce kavramsal olarak çözmek gerekiyor. Kavramsal olarak çözülünce, görüntünün nasıl olması gerektiği sanki çamurlu bir suyun berraklaşması gibi kendiliğinden çözülüp beliriyor. Mükemmeliyetçilik ise yapıt ortaya çıkmadan önce en iyi ihtimalle endişe hali veya bazen kendine olan güvenini kaybetmek gibi şeylere neden olabiliyor.
Sistemli şekilde, gece gündüz, en ince ayrıntılara kadar düşünmeye meyilli ve gönüllü biri tesadüflerle gelen güzelliklere nasıl yer açabilir?
İyi veya kötü hiçbir sürpriz sevmeyen biri olduğum için, bazen zor oluyor. Yine de istediğin kadar planla hayat kendini dikte ediyor. Kağıtları birbirlerine bantlayarak yaptığım, tamamen analog 2-3 aylık takvimlerim var. Zamanıma böyle bir perspektiften bakmaktan hoşlanıyorum. Bu takvimler endişe halinin yatışmasını sağlıyor ama öte yandan zaman üzerinde sanki bir hakimiyetim varmış gibi bir yanılsama da oluşturuyor. Çünkü takvimin üzerine yazdıklarınız aslında sık sık karalanırlar ve yeniden başka günlere ayrılmış hücrelere yazılırlar. Kendimi alıştırmaya ve eğitmeye çalışıyorum bu tesadüflük alanları için. Sanat yaparken de oluyor bu, birçok şey tesadüfen karşıma çıkıyor elbette. Bir şey görüp hikayeye bak diyorsun mesela, ne ilginç, bir kazıyorsun altını üstünü bambaşka ve seni daha çok içine alan başka bir hikaye çıkıyor, birini bırakıp diğerine geçiyorsun o zaman.
Hitchcock’un tabiriyle MacGuffin! Sapık filminde kadın karakter filmin başında yüklü miktarda para çalar ama filmin devamında bununla ilgili bir şey görmeyiz. MacGuffin: Önemi büyük sanılan bir şeyin sonradan önemsiz hale gelmesi. Bir şeye başlarken, bir hikayenin izini sürerken asıl peşine düştüğün şey değil de onun peşinden giderken karşılaştığın şey oluyor bazen asıl mesele. O yüzden tesadüf çok önemli bir şey. Gözlem yapmak için bir yere gidip oturan, ilham almak için küçük küçük notlar alan yazarlar gibi, hikaye birden bire çıkabiliyor. Benim için tuhaf web sitelerinde gezinmek, eski bir şeyler karıştırmak, gittiğim her yerde bit pazarlarını gezmek hikayelere ve bu tesadüflere yer açmanın biçimleri olabilir.
Hazırlık sürecin nasıl işliyor?
Hemen hemen her iş için uzun bir araştırma süreci oluyor. Mevcut ve gerçekte var olan, o konuda bulabildiğim tüm bilgileri topluyorum. Somut bir örnekten anlatmak isterim. Marilyn Monroe’nun James Joyce’un Ulysses’ini okurken çekilmiş mayolu bir fotoğrafıyla karşılaşmıştım ve bu an ile ilgili bir anlatı oluşturmak istedim. Kitabın ödünç alınmış olabileceği kütüphanenin envanterinin kayıt kartını yaratma fikri aklıma geldi. Bunun için fotoğrafın ne zaman çekilmiş, o dönemde New York’taki halk kütüphanesinin kartı neye benziyor, ne tür kalemler kullanılıyor, tükenmez kalem var mı yok mu gibi pek çok sorunun cevabını bulmak gerekir. Ayrıca, mevcut kütüphane kartlarından bir takım el yazıları araştırmalısın. O kartın birçok şeyi gerçek ama mevcudiyeti gerçek değil, belki böyle bir kart gerçekten vardır, belki de yoktur ama yaptığım o resim bunu mevcut hale getiriyor. Yani reel dünyaya ait olmayan bir şey realiteye katılıyor.
Gerçekliği günümüzde uğradığından daha çok bozguna uğratacak işler yapmak, ayarlarını biraz daha bozmak sence bize gerçeği görmek için ve biraz daha geriden bakmak için bir sorgulama becerisi ve sezgisi getirebilir mi?
Şimdi, gerçek ve kurgunun da birbirine karıştığı bir dünyadayız. Öte yandan, sonradan anladım ki, daha eskiden, yani benim çocukluğumdaki ansiklopediler döneminde de aslında öyleymiş. Kutsal kitaplar olarak görülen ansiklopedilerde ne yazıyorsa doğru kabul edilirdi. Peki ama bunları kim yazdı? Bu tarih nasıl yazılıyor? Savaşları kaybedenlerin yazdığı bir tarih okuduk mu mesela? Büyük İskender’in hikayesi var da Persler tarafında neler oldu mesela? Yazılmış olan her şey böyle. Hakikat sonrasındayız ama asıl, bunun bir öncesinde doğru kabul ettiğimiz tarih nasıl yazıldı? Bu tarihin bir alternatifi var, bu alternatifler bir yerlerde olabilir, orada koskoca bir hikaye var ve hiçbir zaman tek bir gerçeklik yok.
Seyirci ile aranda nasıl bir iletişim var?
Müze hırsızlığı hikayelerini, zeki cinayet filmlerini çok severim. Yönetmen bu tür filmlerde, seyirci ile oynar, akıllı ve dikkatli olanın görmesi için bazı ipuçları bırakır ve bu şekilde diyaloglar kurar. Ben de izleyiciyle buna benzer bir diyalog kurmaya çalışıyorum. Resimlerimde kullandığım belgelerin bazıları gerçekten var, bazıları hepten yok, bazıları ise değişiklik geçirmiş durumda olabiliyor. Değiştirdiğim belgelerde hep minik oyunlar var, bazı izleyiciler bu oyunları yakalıyor ve hemen orada, sadece ikimizin arasında, çok tatlı bir şey oluşuyor. İzleyici ile aslında yakalamaya çalıştığım şey bu, sadece ikimizin arasında olan, bize özel bir şey. Bir yazarın yazdığı içsel veya kişisel bir şeyi anladığımızda gülümseriz ya, onun gibi bir şey. İroni, zeka ve küçük detayların birlikte yakalanması.
Senin sürecin için kurgu meselesinin izini sürdüğünde ne kadar geriye uzanabiliyorsun?
İlk sergi Berlin’de. Azade Köker bir sergi yapıyordu. Yaptığı karma bir sergiye beni de davet etti. Bedenler ve kimlikler üzerineydi. Farklı bakış açılarını anlamak açısından benim için gerçekten kilit değerde bir sergi oldu. Sadece o sergi için hazırladığım bir video vardı. Kendi hikayeni aramak ile ilgili bir işti. Yıllar sonra dönüp tekrar baktığın zaman yaptığım işlere ki 20’li yaşlar kendime çocuk diyebileceğim yaşlar, şimdi yaptığım şeyler ile aralarındaki köprüleri görebilmek çok güzel. Belki doğrudan görünür bağlantılar yok ama yine de köprüler var.
Tabi kimliklerle uğraşmak biraz da o dönemin konusuydu, postmodern teorinin sıklıkla tartışıldığı bir dönemdi, sanatçıların etkileşimde olduğu alanlarda kimlik konusu sıklıkla ön plana çıkardı. Kimlik meselesine dokunmamak pek mümkün değildi bu açıdan. Şimdi geriye baktığımda, anlatı oluşturmaya ve kurgulamaya o günlerden başlamışım. O gün belki bunu bilmiyordum ama aslında o günlerden başlamış.
Çocukken de Arsen Lupenvari şeyleri pek severdim. Babamın da etkisi vardı belki, birlikte izlediğimiz şeylerden olabilir. Aile ile ilgili olabilir. Babam da arşiv materyallerini seven bir insan. Küçük yaşlarda, bir ortaokul çocuğu olarak; Franz Kafka, Arthur Rimbaud, varoluşçular, karanlık edebiyat ya bir şekilde karşıma çıktı ya da biri bir diğerine işaret etti. İnternetin olmadığı zamanlar.
Bir kitapta bir şey görüyorsun, bir ipucu gibi, ansiklopediye bakıyorsun neymiş bu diye, o seni bir diğerine sürüklüyor. İz arama meselesi, kafanda parçalar birleştikçe, kafanda bir kurgu oluşmaya başlıyor. Belki bu gerçek ve kurgu meselesi böyle bir şey olabilir. Üniversitedeyken video ile çok uğraşırdım, biraz da dönemin modası gibi bir şeydi, videonun makbul olduğu dönemler. Hareketli görüntü ile de haşır neşir oldum zaten yüksek lisansım da sinema televizyon alanında. Gerçek ve kurguyu karıştırmanın bendeki köküne inecek olursak buraya kadar izini sürebilirim sanırım.
1,5 sene kadar İngiltere'de kaldım. Fakat orada sanat üretmedim. Doktoradan sonra bir yüksek lisans yapıyordum, çok yüklü bir programdı. Şimdi pişman değilim ama çok zor oldu benim için çünkü çok yüklü bir programdı. Hayatımın en çok çalıştığım dönemiydi, kitap okuyup sergi de gezme zamanıydı bir yandan da. Bugünden bakınca o günlerin de etkisi var. Plastik sanatlarda sanatta yeterlilik yaptım. Sonra sanatın pazarlamasını anlamak için işletme okudum. Sanat yönetimi gibi bir şey yerine, işletme okumak istedim. Dünyaya bakışımı epey değiştirdi. Çok para odaklı bir dünyadayız. Sanat alıcılarını düşündüğümüzde, sanat alıcısı nadiren olarak sen-ben gibi insanlar. Satmak için sanat yapanlar dışında yani dekoratif sanat ile uğraşmayan sanatçılar için, kesişim kümesi aslında o kadar küçük ki, çok nadir de olsa, o kesişim kümesinde olabildiğinde çok mutlu oluyorsun.
Fotoğraf: Duygu Yasa
Video: Duygu Yasa
Röportaj: Öyküm Pala
Sayfa Tasarımı Uygulama: Ali Akhasanoğlu
Sayfa Tasarımı: Stüdyo Pul
<