röportaj
FURKAN TEMİR
Bir senaristin yazamayacağı, bir yönetmenin çekemeyeceği kadar aklımızın alamayacağı hikâyeler oluyor. Rastlantısal olarak öylesine gerçek bir hayatın içine denk geliyorsun ki, hayatı bir film gibi izlemeye alışırsan artık kopamıyorsun. Sorular sordukça hikâye sizi bulur. Hikâyeleri izlemek hoşuma gidiyor. İnsanları izlemeyi seviyorum.
Furkan Temir birçok kişi aslında; yönetmen, fotoğrafçı, kreatif direktör, muhabir, tasarımcı, sanatçı. Aynı çatı altında bu kişiler çatışıyor mu?
Aslında her biri temelinde biraz estetikle ilgili bir yere bağlandığı için çok da çatışmıyorlar. Değişmeyi çok seviyorum; sürekli aynı kalmadan yeniyi arama hali çok hoşuma gidiyor. O yüzden farklı alanlarda birçok şeyi yapmak beni daha çok tatmin ediyor, yoksa çabuk sıkılan bir insanım bir yandan.
İki, üç ay tamamen bir şeye odaklanıp sonra birden her şeyi, kılık kıyafetimi, saçımı ve hatta davranış biçimimi de değiştirip başka biri olmak ve bir süreliğine de başka biri olarak devam etmek, sonra yine başka bir şeye atlamak beni çok besliyor. Ama hepsinin temelinde aslında estetik üzerine düşünme ve üretme hali var ve o yüzden çatışmıyorlar hatta birbirlerinden besleniyorlar da. Bir şeye odaklanıp ustalaşma derdinde değilim, daha çok kuş bakışıyla baktığımda daha bütün hissediyorum. Karakterim de biraz öyle aslında.
Birleştikleri ya da kesiştikleri yerler de oluyor, hiç birleşmedikleri zamanlar da. Aslında bunun üzerine düşünmüyorum; yapmayı ve sürekli ileriye gitmeyi seviyorum.
Neyin peşindesin?
Aslında hiçbir şeyin peşinde değilim. Önüme gelen o küçük şeyler beni bir yere götürüyorsa götürüyor, götürmüyorsa da götürmüyor. Sürekli o “yeni” aramayı seviyorum.
shopi go Art’ta sunduğun eserlerin dillense ne derlerdi?
2014-2015’e ait eserlerden yaptığım bir seçki. İki farklı iş var orada. Bir tanesi savaş sırasında çektiğim siyah beyaz fotoğraflar. O dönem soyut şeylerin peşindeydim. Diğeri de Anadolu’nun her yerinde çektiğim Yeni Türkiye fotoğraflarından oluşuyor; daha dokümanter ama bir yandan da daha mimari, kentsel ve toplumsal sorunları işleyen bir iş.
Yani ikisi de farklı işler, geldikleri yerler açısından. Biri siyah beyaz, diğeri renkli fotoğraflardan ama bir yandan da konuşuyorlar birbirleriyle. Dillenselerdi ne derlerdi bilmiyorum ama bana tuhaf geliyorlar. O yüzden onlar biraz daha seçip sevdiğim şeyler olmuştu. Bir yerde olmaması gereken şeyler ama bir taraftan da aykırı durmuyorlar. Ancak biraz üzerine düşündüğün zaman da, “Bunun burada ne işi var?” dedirten bir durum sözkonusu.
Kriz bölgelerinde muhabirlik yapmış olman, sanata yaklaşımını nasıl ve hangi yönde etkiledi?
Açıkçası çok küçük yaşta başladım gazeteciliğe; 17 yaşımda savaş fotoğrafçılığı yapmaya başladım. O yüzden nasıl etkilendiğimi bilmiyorum çünkü onunla büyüdüm ve o, benim bütün kimliğimi ve karakterimi şekillendirdi. Nasıl değiştirdi bilmiyorum, belki de bunu dışarıdan gözlemleyen biri söyleyebilir. Bir şekilde yaptığım her şeyin içinde olduğunu düşünüyorum. En önemlisi, hayatta kalmayı ve olabilecek her şeye alışıp kamufle olarak uyum sağlamayı öğrendim.
Editoryal ve belgesel çeken Furkan arasında fark var mı? Varsa yaklaşımın nasıl değişiyor?
Aslında değişmiyor çünkü genel olarak fotoğraf konusunda yakaladığım bir şey var; ne çekersem çekeyim ona benziyor. Suriye’de bir şey çekiyorsam üç aşağı beş yukarı aynı estetikte oluyor. Ya da bir dergi için editoryal çektiğimde benzer bir şey ortaya çıkıyor. Onu yapmayı biliyorum, o da bende refleks olarak gelişmiş bir şey. İlk çektiğim 10 fotoğrafta da aynı imza vardı, şimdikiler de onlara benziyor. Aslında çok da düşünmek istemiyorum bunun üzerine. O an ne hissediyorsam, o an ne çekmek ve nasıl çekmek istiyorsam o şekilde çekiyorum ama garip bir şekilde hepsi birbirine benziyorlar. Değiştirmek üzerine düşünmek istemiyorum. Değişiyorsa da değişiyor zaten. Kozmetik farklar var tabii. İçeriğin en temelinde hepsini birbirini bağlayan bir şey var çekerken farkında olmadığım ama dönüp baktığımda bunu görebiliyorum.
Bulunduğun coğrafyanın kültürel ve karakteristik özelliklerinin fazlasıyla farkındasın; bunu her türlü görsel aktarımında hissettiriyorsun. Bu farkındalığını neye borçlusun?
Doğduğum ve büyüdüğüm ortama borçluyum. Çocukluğumdan beri gözlemlemeyi çok seviyorum. Bir şeyleri gerçekten olup biterken dışarıdan izlemek çok hoşuma gider. Bu alışkanlığım da bir noktada onları gözlemleyip biraz da alay etmeye dönüştü. Çünkü bir süre gözlemledikten sonra da aslında sıkılmaya başlıyorsunuz ve çok da içine çekilmek istemediğiniz bir olay oluyorsa aslında tek yol uzaktan gözlemleyip onunla alay etmek oluyor. Sonra o alay etme işini biraz daha artırınca birçok şeyin farkında olmaya başlıyorsunuz. Kendimce komik bir şeyler bulmaya başladım; dünyanın yokuş aşağı yuvarlanışı, bana gerçekten de komik geliyor. Savaş bölgelerinde bulunmam buna sebep olabilir aslında; televizyonları açıyoruz, çok kötü olaylar oluyor dünyada, doğal felaketler, seller, savaşlar ama oradayken aslında olaylar o kadar da büyük değilmiş gibi geliyor bazen. Ya da bir siyasetçiyle tanışıyorsun ve oradaki o dünyayı gözlemlediğin zaman aslında hiçbir şeyin kontrol altında olmadığını, hiç kimsenin bir şey bilmediğini ama bazılarının biliyormuş gibi davrandığını görüyorsun ve birden her şey çok komik gelmeye başlıyor. Altını kazıdıkça, irdeledikçe hep daha çok farkında olmak isteyip daha da ileriye gidiyorsun. Biraz da merakım ve araştırmacı ruhumla ilgili; bilmeyi çok seviyorum. Yargılamak çok kolay; yaşadığımız semtin dışındakileri yargılamak çok kolay. Kapılarını çalıp, “Merhaba tanışabilir miyiz?” diyerek insanların evine misafir olup, onlarla yemek yiyip, sohbet etmek garip hikâyelere tanık olmanızı sağlayabiliyor. İnternet çağında yaşamamızdan ziyade insanların beklediğimizden çok daha açık olmalarını öğrenmemle birlikte aslında bilginin ne kadar kolay ulaşılabilir olduğunu gördüm ve onu biraz da takıntı haline getirip etrafımdaki her şeyin farkında olmayı, biraz daha bilmeyi ve onunla dalga geçebilmeyi amaç edindim galiba.
O zaman aslında bütün bu yaptıklarının temelinde seni tam olarak kavrayacak tanım belki de “hikâye avcısı”dır?
Evet, olabilir. Gerçekten garip; o kadar etkileniyorum ki gördüklerimden. Bir senaristin yazamayacağı, bir yönetmenin çekemeyeceği kadar aklımızın alamayacağı hikâyeler oluyor. Rastlantısal olarak öylesine gerçek bir hayatın içine denk geliyorsun ki, hayatı bir film gibi izlemeye alışırsan artık kopamıyorsun. Sorular sordukça hikâye sizi bulur. Hikâyeleri izlemek hoşuma gidiyor. İnsanları izlemeyi seviyorum.
Hayatta seni neler heyecanlandırır?
Hissettiğim şeyleri çok da yüzüme yansıtabilen biri değilim. O yüzden genel olarak heyecansız bir mizaca sahibim ama onun dışında da gerçekten heyecan hissetmiyorum artık. Heyecanlanmak için şaşırmak gerek sanki ve artık nadiren şaşırıyorum ama heyecanlandığımda da daha rafine bir heyecan yaşıyorum böylece aslında. Doğru anda gerçekleşen minik şeylere şaşırabiliyorum daha çok. Mesela metroda karşımda oturan kişinin iki farklı çorap giymiş olması, onun öyle aradan kendini belli etmesi beni heyecanlandırabiliyor. Onun üstünden o gün o insanın ne yaşamış olduğunu düşünmek ve sonrası bunu ona sormak. “Pardon ama bugün iki farklı çorap giymenize ne sebep olmuş olabilir?” diye sormak benim için heyecan verici bir durum. Her şey olabilir. Hiç cevap vermeyebilir de… O anın heyecanını çok seviyorum. Bu tür şeylere çok tutuluyorum.
Hangi dürtün başını belaya sokuyor?
Genel olarak merak duygum başımı belaya sokuyor. Bir şeyi yargılamadan arkasında ne varmış diye üstüne gittiğiniz zaman genelde yasak şeyler yapıyorsunuz ve bu da genelde benim başımı belaya sokan sebeplerden biri oluyor.
Seni İstanbul’da tutan nedir?
Galiba coğrafyası. Burada doğup büyümedim, buralı da değilim. Ama birçok yeri deneyip hatta dünyanın farklı yerlerinde belirli sürelerde kalıp sonra hakikaten hep İstanbul’a döndüm. Herkes kirletmeye, yok etmeye, üstünden para kazanmaya, kısacası sömürmeye çalışırken hâlâ bu kadar güzel kalabilmesi beni çok etkiliyor. Gördüğümüz ya da beğendiğimiz birçok şehir, üstün uğraşlar sonucu korunmuş şehirler oluyor genelde; sürekli yapılandırılan, kanunlar ve hukukla korunan mimariye sahip oluyor. İstanbul hiç öyle değil. Tamamen herkes ve her şey onu yok etmenin peşindeyken kendi başına bu kadar dik ve güzel durması bana çok güçlü geliyor. Çok seviyorum İstanbul’u.
Sanatın sana hangi süper gücü sağladığını düşünüyorsun?
Baudelaire’in sanatı tanımlarken sanatın değerinin paha biçilmez olduğunu öne sürer; insanın hem içini ferahlatan, hem ısıtan, hem mideyi, hem ruhu ideal olanın doğal dengesine kavuşturan bir içki benzetmesi yapar. Bunu ilk okuduğumda kafamda şimşek çakmıştı; gerçekten paha biçilemez olması, çok değerli olduğu anlamında değil de hakikaten paha biçmenin çok zor olması... Buradaki resimlerden birini size hediye edebilirim, 10 bin lira fiyat biçebilirim, 20 milyon dolar da olabilir. Kimse de gelip bir şey diyemez, çünkü rasyonel olarak gerçekten paha biçilemez. Bu durum özellikle sanatın ticaretinde ve piyasasında aşırı soyut bir “bug” yaratıyor. Estetik çok kişisel bir şey ve regüle edilebilir değil. Sanatın süper gücü bence böyle bir şey.
Furkan’ın bir sözlüğü olsa ilk beş kelimesi ne olurdu?
Tek bir kelime olurdu: Yeni. Her şeyini çok seviyorum. Onu aramak ve bulduğun anda zaten eskimiş olması. Ulaşmadan önceki hemen anda o yaşadığın his gibi ama sürekli onun peşinde olmak ve bu kelimeyi düşünmek çok hoşuma gidiyor.
Yaratma dürtünü ne tetikler?
Bir şey tetiklemiyor çünkü çok olduğum gibi yaşıyorum ve kendi karakterimle bütün yaptığım şeyler arasında sürekli bir bağ oluyor. Çocukluğumdan beri böyle. Gerçekten 7 yaşımda da böyleydim. Üç aşağı beş yukarı yine böyle konuşuyordum. O zamanlar da yaratmayı çok seviyordum, tabii ki yaratmaktan ne kastettiğinize bağlı ama bir şeyleri bir şeylerin üstüne koyup bazen işe yarayan bazen işe yaramayan bir şeyler ortaya çıkarmayı severdim. Hatta annem bana boş işler müdürü derdi çünkü ilgilenmemem gereken her şeyle ilgilenirdim.
Bu aralar ruhun neye aç?
Pandemiden dolayı seyahat etmeyi özlüyorum, yeni şeyler göremiyorum. İnternet harika, oradayım sürekli, orada başka yerlere gidebiliyorum ama fiziksel olarak da seyahat etmeye ve yorgunluğuna aç ruhum.
Ruhun bir şeye açlık hissedip ona ulaşamadığında nasıl tepkiler veriyorsun?
Hiçbir tepki vermiyorum. Galiba memur çocuğu olmakla alakalı, bir şeye ulaşamadığım zaman üzülmüyorum. Ne yapabilirim, nasıl ulaşabilirim diye yöntemler bulmaya çalışıyorum ama mümkün değilse devam ediyorum hayatıma.
Hayatını tanımlayacak bir manşet olsa ne olurdu?
Genel olarak manşetleri sevmiyorum. Hepsi ilgi çekmek için yazılmış kocaman şeyler gibi geliyor. Estetik anlamda başka; mizanpajın içinde çok güzel duruyorlar ama manşet insanı değilim. Manşetle ilgilenmiyorum, daha çok onun arkasındaki uzun hikâyeleri ve detaylarını öğrenmekle veya anlatmakla ilgileniyorum. Hatta büyük paragraflar insanıyım, uzun uzun anlatılsın, anlatılması gerekenin dışına taşsın ve sonunda mizahla kavuşsun istiyorum.
İstanbul bir insan olsa yüzünde maskesi olduğu halde onu nasıl tanırdın?
Ter olurdu herhalde. Kötü koktuğu için değil, hep yoğun yaşadığı ve sürekli bir yerlere koşup panik içinde yetişmeye çalıştığı için sürekli terlerdi diye düşünüyorum.
Terini atmak istiyor İstanbul, diye hayal ediyorum. Paris ya da Londra böyle değil; akşam dokuz deyince duruyor, yaşamıyor oralar. İstanbul, 7/24 yaşıyor. Mesaisi bitmiyor. Şehir bir kere çok kalabalık ve doğal olarak bu kalabalığı kaldıramıyor; bence biz bir vardiya içinde yaşıyoruz İstanbul’u yani herkes 8-5 kalkıp çalıştığında sığamıyoruz şehre, çünkü bazılarımız 8-5 çalışıyor, bir ekip var 11-12’de uyanıyor, başka bir ekip var 4-5’te uyanıyor… Şehri o kadar hor kullanıyoruz ki 24 saatin 24 saati de kullanılıyor her şeyiyle, o yüzden terlerdi diye düşünüyorum.
Farkındalığını yükseltmek adına ne gibi araçlar kullanıyorsun?
Farkındalık tanımım biraz daha öğrenmek ve bilmek üzerine oluşuyor. Bu yüzden ulaşabildiğim, bilgi toplayabildiğim, öğrenebildiğim her yer farkındalığımı artırıyor diye düşünüyorum. Çoğunlukla internette oluyorum. Aslında bilgiye ulaşabildiğim her yer ve hangi bilgi olduğunun önemi yok. Ve bence, doğru bilginin de önemi yok çünkü yanlış bilgi de farkındalığımı artırıyor diye düşünüyorum. Çünkü yanlış bilgi ya da dezenformasyon şöyle bir şey, özellikle Trump sonrası post-truth çağında, birilerinin gerçeği bu artık; hakikat değil ama. Twitter’da 1 milyon insan o hatalı bilgi hakkında konuşuyor ve buna inanıyorsa bu bir noktada gerçeğe dönüşüyor, birilerinin gerçeği oluyor. Doğrudur, yanlıştır diye değerlendirmiyorum ama onu bilmek ve arkasında ne olduğunu anlamaya çalışmak farkındalığımı artırdığı için yalnızca rafine ve doğru bilgiyi değil de daha göz seviyesindeki, bel altındaki ya da yeraltındaki bilgiye de ulaşmaya çalışıyorum.
Günün sonunda onları bilince de rafine ve doğru bir insan olmuyorsun. Olabildiğince çok şey bilmek gerekiyor. Bunun dışında bazı fiziksel deneyimler de farkındalığıma katkıda bulunuyor tabii.
Seni en çok korkutan şey desem aklına ilk ne gelir?
Günümüzde dünya üzerindeki her türlü bilgiye aynı anda ulaşabilip öğrenerek senkronize olup telefonumuzla bu kadar ilişebilirken birden bütün bu araçların kesilmesi ve hayatla bağlantının bir anda koparılması, bu özgürlüğün elimden alınması beni çok korkutur. İnternete ve dış dünyaya olan bağlantı/bağımın engellenmesi ve iletişimin bütün dünya ile kesilmesi ve bu yaşam hızından mahrum kalma fikri beni gerçekten çok korkutuyor. Senkronize olamamak, güncel kalamamak.
Değişen ve dönüşen varlıklarız. Son sene ise büyük formatlar attı bize. Zor bir sene olmasına rağmen seni sana daha çok yaklaştıran ne oldu?
Raslantısal olarak müzik yapmaya başladım, daha doğrusu sesler çıkarıyorum bazı elektronik aletlerle. O bana çok iyi geliyor bu sıralar. Uzun zamandır hep dinleyicisi olduğum ama şimdi de karşı tarafa geçtiğim bir oyun alanı keşfettim ve belki de beynimde hiç kullanmadığım bazı bölgeleri kullanmama ve böylece algımı başka bir yönde genişletmem konusunda zorluyor ama karşılığında da daha önce hiç almadığım başka hazlar almamı sağlıyor. O yüzden pandeminin faydası bana bu şekilde yansıdı diyebilirim, çünkü dışarıda çok fazla vakit harcayamadığım için, o boşa düşen vakitle yeni şeylere odaklanacak zaman doğdu kendiliğinden. Berlinli bir DJ arkadaşım taşındı stüdyomun çok yakınına, birlikte geceleri müzik dinleyip eğlenirken bir syntisizerın başında buldum kendimi, gerçekten çok acayip bir deneyimdi benim için, bitirdiğimde şoka girmiştim, herkes garip hissediyordu. Giuseppe her şeyi kaydetmişti ve sabah tekrar dinlediğimizde çok iyiydi.
Bunun üzerine tabii ki hemen gidip bir syntisizer ve drum machine alıp eh, hadi o zaman deneyeyim biraz, diye ona başladım.
Seni en çok korkutan şey desem aklına ilk ne gelir?
Günümüzde dünya üzerindeki her türlü bilgiye aynı anda ulaşabilip öğrenerek senkronize olup telefonumuzla bu kadar ilişebilirken birden bütün bu araçların kesilmesi ve hayatla bağlantının bir anda koparılması, bu özgürlüğün elimden alınması beni çok korkutur. İnternete ve dış dünyaya olan bağlantı/bağımın engellenmesi ve iletişimin bütün dünya ile kesilmesi ve bu yaşam hızından mahrum kalma fikri beni gerçekten çok korkutuyor. Senkronize olamamak, güncel kalamamak.
O zaman yakında bir şey bekleyebiliriz bununla ilgili diye düşünüyorum.
Evet, olabilir çünkü epey bir şey kaydettik. Giuseppe, DJ ve ses tasarımcısı olduğu için mikslemeyi ve post prodüksiyondaki süreci çok iyi biliyor. Ben ekipmanları alıp oraya gidip bir şeyler çalınca onu canlı miksleyip ben kapıdan çıkarken bana Wetransfer’den göndermiş oluyor. Her gece birlikte yeni kayıtlar alıyoruz. Şimdilik çok keyifli bir birlikteliğimiz var. Bir şey çıkar mı, ne çıkar? Bilmiyorum şu anda.
Bu sene her şeyin üstesinden gelirken sana eşlik eden şarkı hangisiydi?
Aphex- “Twin-Peel Session” yardımcı oldu mu bilmiyorum ama bu sene en çok bu parçayla eğlendiğimi söyleyebilirim.
Özel bir gün olsaydın ne olurdun, tüm dünyada ne kutlanırdı?
Eğlenmeyi çok seviyorum ama kutlamaları hiç sevmiyorum. Bunu herkes bilir zaten. (güler)
Fotoğraf: Ali Yavuz Ata
Röportaj: Sevtap Tuzcu
Sayfa Tasarımı Uygulama: Batu Kantarcı
Sayfa Tasarımı: Studio Pul
Video İçeriği: Yasemin Sarıhan
Video: Batu Kantarcı